08 Ağustos 2014

VAROLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Uzun zamandır düşündüğüm bir sözdü; Var olmanın dayanılmaz hafifliği.. “Var olmak” nasıl hafif olabilirdi ki? Yaşamak, insanın sırtında tonlarca yükle dünyadaki kısa yolculuğu değil miydi? Her ne kadar güzel bir yolculuksa da hafif olduğu söylenemezdi..

Aslında neyle karşılaşacağımı pek bilmeden başlıyorum okumaya. İlk birkaç sayfada sahilde okumak için uygun bir kitap seçip seçmediğimi sorguluyorum. Ama aynı hızla uzaklaşıyor şüpheler aklımdan. Yazar akıcı bir dille sizi içine çekiyor kitabın, kendinizi hafiflik ve ağırlığın anlamına kafa yorarken buluyorsunuz. Nietzsche’nin sonsuza kadar yinelenme düşüncesi ile tanışıp, tek seferlik yaşamlarımızın göz kamaştırıcı hafifliği ile rahatlıyorsunuz... Şu hayatta aldığımız kararlar doğru mu, yanlış mı? Diğer seçeneği seçip o anı yeniden yaşamak gibi bir şansımız yoksa nasıl karar verebiliriz ki? Bu durumda doğru ya da yanlış diye bir şey yoktur. Öyleyse bu müthiş bir hafifleme değil midir? Peki iyi olan her zaman hafiflik midir? Omuzlarımızdaki yük bazen daha güçlü hissettirmez mi bizi? Daha değerli kılmaz mı yaşamlarımızı?

Tam sevebileceğim bir deneme kitabı okumaya başladığımı zannetmiştim ki, Tomas ve Tereza girdi sayfalara. Kitap yavaş yavaş bir romana dönüştü, ama aynı akıcılıkta ve yine hayata dair sorular yaratarak.. Zaman zaman anlatıcının hikayeye küçük bir es vermesi, yeni sorular ve yeni cevaplarla varlığını kısa bir süre için hissettirip sonra da hikayesini devam ettirmesi de çok hoşuma giden bir detay oldu. Kitabı bitirdikten sonra okuduğum önsözde bu tekniğe “yazarın sesi” tekniği dendiğini öğreniyorum. Kitaplarda gizli ne çok güzellik var, daha keşfedecek ne çok şey..

Sayfalar ilerledikçe okuyucuyu düşünmeye yönlendiren pek çok yeni konu da çıkıyor karşımıza. Örneğin sözcükler ve kişilere göre değişen anlamları; “Gerçek yaşamak”; sadece dürüstçe yaşamak mıdır? Ya da rol yapmamak mıdır? Etrafımızda insanlar olduğu sürece olduğumuz gibi yaşamak, gerçekten hissettiklerimizi söylemek, rol yapmamak mümkün müdür?

Kitapta çok güzel tespitler de yakalamak mümkün; “Bakışları üzerimizde hissederek yaşamak”.. Kaç kez hissetmişizdir sırtımızda bizi izleyen iki gözü ve ona beğendirmeye çalışmışızdır kendimizi? Ya da aynaya baktığımızda uzun ve dikkatlice kendimize yabancılaşmamış mıyızdır? Aynadan bana bakan da kim? Gerçek ben bu mu?

Ve hep merak ettiğim bir konu; roman karakterleri nasıl çıkar ortaya? Yazardan izler taşır mı? Milan Kundera dürüstçe cevaplamış sorularımı.

Saydım tam on yedi soru sığdırmışım şu kısacık yazıya. Bazen sorular da pek çok şey öğretir insana, en azından düşündürür. Sadece bu soruları cevaplamak için bile okumaya değmez mi? On sekiz.

24 Temmuz 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder