Ece Temelkuran’la yaptığı bir televizyon programında
tanıştım. Tanıştım dedimse yüz yüze değil ekrandan tanıştım. Bir dansözle
sohbet ediyordu, ama öyle çoğumuzun aklındaki gibi sadece para kazanmak için bu
yollara düştüğünden dans eden bir dansöz değil, dansından bahsederken gözleri
ışıldayan, mesleğine aşık bir dansözle sohbet ediyordu. Programın sonunda Ece
Temelkuran taktığı bir dansöz belliği ile hafifçe sallıyordu kalçasını kameraya
doğru… Ve şöyle diyordu final cümlesi olarak “Emma Goldman’ın da dediği gibi
dans edemeyeceksem bu benim devrimim değil…” İşte o zaman Ece Temelkuran ve
Emma Goldman’ın kitaplarını alıp okumuş ve bu güçlü kadınlara hayran kalmıştım.
Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ın çıktığını duyduğumda zevk
alacağım bir kitap daha diye düşünüp koşarak aldım ama okumaya başlamak için
acele etmedim, hemen bitmesin istiyordum bu haz.. Oysa okumaya başladığımda daha
ilk sayfalarda hayal kırıklığına uğradım. Fazla süslü cümleler ve cümlelere
sanki zorla sokulmuş gibi duran kelimeler, “ne biçim edebiyat parçalamış”
densin diye eklenmiş hissi uyandırdı bende.. Tam da bu arada Emma Goldman ve “dans
edemeyeceksem bu benim devrimim değil” cümlesi giriveriyor romana,
şaşırıyorum.. Sanki o da olmamış burada.. Ama hala hikayeden umutluyum, devam
ediyorum okumaya.. Düşünüyorum, hikayede bir dansöz var, devrim var.. Meğer ne
kadar kritik bir cümleyi yakalamışım yıllar önce.. Sanki bu romanın ilk
tohumları atılmış o programda…
Aslında haksızlık da etmemeliyim, çok zekice benzetmeler ve
müthiş tasvirler de var kitapta, düşündürüyor insanı… o sevdiğim tanıdıklık
hissi yine var... Ve yıllarca önce okuduğum “Nietzsche Ağladığında” kitabından
aklımda kalan “Tek taviz diye bir şey yoktur.” cümlesini hatırlatan ve yine çok
hoşuma giden “İnsan bir kez bir sınır geçince artık hangi sınırları ne kadar
geçeceğini hiç kestiremiyor.” cümlesi.. Ayrıca müthiş bir Ortadoğu erkeği
tasviri yapmış Ece Temelkuran 129. sayfada. Sadece Ortadoğulu erkeklere mi özel
bilemiyorum ama çok ince bir gözlem ürünü olduğu kesin; “insan yeterince
sevilirse böyle bir şey oluyor demek ki…” ve tabi ki güçlü kadın serzenişi
“Bizim gibiler hep kendi kendini iyileştirmek zorundadır. Kimse gerçekten
yardıma ihtiyacımız olduğuna inanmaz.”
Sonra Madam Lilla’nın gerçek hikayesi başlıyor. Su gibi
akıyor o sayfalar, hiç bitmesin istiyorsunuz. O noktadan sonra öyle bir akış
başlıyor ki hiçbir ayrıntıya takılamıyorum, konuyu içmek istiyorum.. işte beklediğim
Ece Temelkuran.. Hem ben kim oluyorum ki bu kadar eleştirecek. Elime bir kalem
aldım da okuduklarım hakkında yazmaya başladım diye mi tüm bu eleştirme cesareti?
Ve tüm mutlu sonların yaptığı gibi yaşartıyor gözlerimi
romanın sonu. Belki benim hikayemin de böyle güzel bitme olasılığıdır boğazımda
düğümlenen..
Mayıs 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder